0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

22. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"DİKİŞLER."

Aslında biz bu kadarız: Parçalara ayrılmış kalpler ve onları birleştirmek isterken kesilen parmaklar…

Biz bu kadar değil miyiz?

Dünya ve yıldızların arasındaki kadar uzak mesafelerde yaşasalar bile birbirini görebilen insanlar vardır. Sen oradaki yıldızsın, o ise oradaki dünya ama birbirinizi görebiliyorsunuz; çünkü aranızda kimse, hiçbir şey yok. Biz kimseyi aramıza almadık, çünkü dünyanın ve yıldızların arasına kimse giremezdi.

Onunla arama kimseyi almadım, hayalinden başka. Aramıza kimseyi almadım ama bir şeyler hep aramızdaydı. Zaman, acı, öfke, kin, ölüm, kalp... Aramıza ben girdim. Kendimi almayı istemedim ama aramıza en çok kendimi aldım. İkimizin arasında durdum ama ikimizin arasında dururken bile yüzümü Duman'a hiç dönmedim.

Son bir dakikadır Duman'ın gözlerine bakıyor, aynı kelimenin kulaklarımda tekrarlamasına müsaade ediyordum. Parmaklarımın arasında duran silahın namlusu hâlâ onun alnına yaslı duruyor, pencereye çarpan ay ışığı yüzünün sağ tarafını aydınlatıyordu. Kaşlarım keskin şekilde çatılmış, dudaklarımsa önüne geçemediğim bir hayret belirtisi göstererek aralanmıştı.

Senin, demişti.

Nasıl benim olurdu ki?

Yüzümdeki her kas seğirdi ve boğazımdan aşağıya sıcak, yakıcı bir duygu inip karnımda kilitlendi. Duman, gözlerini kırpmadan, alnına dayalı bir silah olduğunu umursamadan bana bakıyordu. Sırtımdan içeriye, derimi sökerek bir el girmişti ve o eli kalbimde hissediyordum. Birinin avucundaydım. Hiç, birinin avucunda oldunuz mu? Hiç, birisi size hükmetti mi?

Namluyu alnına daha sert bastırarak sol gözümü kıstım ve sordum: "Ne demek senin?"

"Senin," diye tekrarladı doğrudan. "Senin adını yazdım işte."

Farklı şeylerden bahsediyorduk ya da Duman açıkça benimle dalga geçiyordu. Silah alnından düştü ve burnuna, çenesine çarparak kucağıma indi. "Aynı şeyden mi bahsediyoruz?"

"Sen bana birinin ismini defterine yazdın mı diye sordun?" Duman'ın yüzündeki hiçbir kas kıpırdamıyor, pürdikkat bana bakıyordu. En gürültülü yeri her zamanki gibi kalbiydi. "Ben de senin ismini yazdığımı söyledim işte."

Ne zaman yazmıştı? Ne amaçla? "Duman, aynı şeyden mi bahsediyoruz?"

"Ben sadece bana sorduğun soruya cevap verdim Mahşer." Sonunda elini uzatıp elimden silahı aldı. Elime dokundu ya, yüreğime dokunmuş kadar oldu. "Bırak onu da... Bana nasıl hiç acımadan sıktın? Ya kurşun denk gelseydi?"

"İçinde mermi olmadığını biliyordum."

Duraksadığında gözlerinin içi parladı. "Sahi mi?"

Cevap vermeden önüme döndüğümde, Duman elimden aldığı silahı uzanarak sehpanın alt bölmesine bıraktı. Bacaklarımı aşağıya indirerek ellerimi koltuğun döşemesine yasladım ve karışan aklımı toparlamaya çalıştım. Ona, defterine birinin ismini yazıp yazmadığını sormuştum ve o bana senin ismini yazdım demişti. Ne zaman yazmıştı? Aynı zamandan mı bahsediyorduk? Hoşlandığı bir kız... Tamam bana karşı bir çekimi vardı ve şu zamanda defterine ismimi yazmış olabilirdi. Ben liseden bahsediyordum, o hangi zamandan bahsediyordu?

"Rengin attı Mahşer, ne oldu?"

Ona dönerek deftere ismi ne zaman yazdığını sormayı istedim ama gözlerini gördüğümde bundan vazgeçtim. Aynı zamandan bahsetmediğimiz kesindi ama ben kendimi buna inandıracaktım. Normalde bu kadar aptalca düşünmem, hissetmem ama bu konuda aptalca düşünecektim işte. Sadece kafamı iki yana salladım. "Uyuyalım mı?"

O da sanki daha fazlasını sormamı beklemişti ama fazladan bir şey söylememişti. Doğrulacak oldu ama elimi çıplak koluna koyduğumda duraksayarak omuz üstünden bana baktı. Kaşlarını ne dercesine kaldırdığında, kolumu ensesine dolayarak kucağına tırmandım. "Hadi, beni sen odaya götür."

Kolu belimin etrafına dolandı ve elinin içi bel boşluğuma yerleşirken doğruldu. "Götüreyim.”

Salondan çıkıp merdivenin yolunu tuttuğunda, "Bana yakın olmak seni gerçekten bu kadar heyecanlandırıyor mu?" diye sordum kısık bir sesle.

Bacaklarım belinin etrafına dolanmıştı ve tamamen yüz yüzeydik. Gözkapakları hafifçe şişmişti, tıpkı dudakları gibi. Duman dudaklarına baktığımı fark ettiğinde apaçık şekilde gülümsedi. "Hep beni sorguluyorsun Mahşer, asıl sen ne hissettiğinden bahset. Sonuçta inkâr eden ama şimdi dudaklarıma bakan da sensin. Her ne kadar yürekli olsan da aramızdaki ilişki söz konusu olduğunda benim kadar cesur olamazsın."

"Aramızdaki ilişki mi?" diye sordum ve uzanıp yüzünü avuçlarının arasına aldım. "Ben seni tek gece kullanıp atmayı düşünüyordum aslında."

"Bak sen."

Başımı sol omzuna doğru yasladığımda, kalp atışlarının en yakı tanığıydım. Kolları vücuduma sıkıca dolandığında burnumu boynuna dayayarak kokusunu içime çektim. Bu kokuyu en köklü hatıraların içinde anımsayabiliyordum.

Koridorun sonunda bulunan odaya girdik. Beni yatağın içine bıraktığında başımı yastığa koydum. Doğrularak sesli nefesler verdi ve yatağın baş kısmında bulunan komodine ilerledi. Karanlıkta seçmem zor olsa da rafı çekip bir şeyler aradığını anladım. Eline bir paket aldı ve uğraştı. Çok sonra onun bir ilaç olduğunu anladım. O ilacı kullandı ve bir süre yatağın kenarına oturup telefonuyla uğraştı. "Hadi uyu."

"Ne ilacıydı o?"

Doğrudan gözlerime bakıyordu. "Bilmem, sakinleşeyim diye attım bir tanesini."

"Şaka mı yapıyorsun?"

"Elbette," dedi ve dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. "Akşam içmem gerekiyordu, uyuyakalınca unuttum. Şimdi içtim işte."

Yorganı omzumdan daha yukarıya çıkararak titrediğimi saklamaya çalıştım. "Bu ilaçlar işe yarıyor mu?"

Bakışlarını uzaklaştırdı ancak bana baktığı her an zaten uzaklara bakmıyor muydu? Benim gözlerimden bakacağı daha uzak bir yer yoktu.

"Sadece biraz geciktiriyorlar ölümü."

Ölüm... Onun bir daha gözlerini açamadığı bir dünya... Derinliği ölçülemez bir cehennem kuyusu gibi. Dudaklarımı ağzımın içine aldım ve yatağın diğer tarafından yorganı kaldırdım. "Gel de yat."

Başını sallayarak telefon ekranına göz attı. Birkaç dakika sonra elindekini komodinin üzerine bırakarak yatağın diğer tarafına geçip yattı. Bir kolunu başının altına alarak diğer elini başımın üstüne uzattı. Parmakları düz saçlarımın arasında kaybolurken, kehribar gözleriyle tavanı izledi. Uzanıp elimi sakallarına yasladım. Ona dokunurken bir gün ona son dokunuşum olacağını düşündüm. Bir gün, tüm bu varlığından geriye sadece boşluk mu kalacaktı? Duman bir gece uyuyacak ve sabaha çıkmayacaktı. O zaman güneş, benim dışımdaki herkesi aydınlatırken beni karanlığa hapsedecekti. "Ölme," diye fısıldadım. "Ölme... Çünkü dünyamı aydınlatan son yıldız da sönerse tamamen karanlıkta kalacağım."

🥀

Dört bir yanı seninle kaplı olan bir kara parçası gibiyim.

Gece bitip gün başladığında aramıza tekrar bir soğukluk girmişti. Ne dün geceki duygusallığıma ne de hislerime sahiptim. Ruhsuzca uyanmış, Duman beni sırtına atıp aşağıya indirdiğinde homurdanmıştım. Söylediğine göre gitmemiz gerekiyordu ama benim çok uykum vardı. Bu yüzden beni sırtında, evden dışarıya çıkardığında bağırmış, arabanın içine attığındaysa koltukta sızmıştım. Birkaç dakika sonra kıyafetlerimle beraber evi kilitleyip geldiğinde, yayıldığım şoför koltuğundan beni kaldırmakta zorluk çekmiş, sinirlenip bağırdığımdaysa arabadan dışarıya atmıştı. Ben de buna sinirlendiğim için ön koltuğa değil, arka koltuğa binmiş, uyuklamaya devam etmiştim.

Son yarım saattir yoldaydık, Duman arabayı sürüyor, sık sık çalan telefonuna cevap veriyordu. Bu telefon sesi yüzünden uyuyamıyor, koltukta dönüp duruyordum. Elimi gözüme kapatarak sızlandım ve uzandığım koltukta kıpırdandığımda, gün ışığı gözlerimin arasına girdi. Gözlerimi kırpıştırarak açtım ve yüksek ağaçların, alçaklardaki bulutlara doğru uzandığını, sivri yamaçlı yollardan geçtiğimizi anladım. "Neden sabahın bu saatinde dönmek zorundayız?" diye sordum ona. "Uykum var anlamıyor musun?"

"Çocuklaştın," diyerek cevapladı beni. O sırada torpidoya bıraktığı telefonun sesini işittim. "Gitmemiz gerekiyordu, asıl sen anlamıyor musun?"

"Salağım ben, anlamıyorum!"

"Bu sabah da çok şirinsin Mahşer."

Doğruldum ve başımı koltuğun arkasına bıraktığımda, üzerimde hâlâ Duman'ın tişörtü olduğunu fark ettim. Kıyafetlerimi yanıma bırakmıştı. Birkaç kez daha esneyerek ayılmaya çalıştıktan sonra yanımda duran pantolonumu aldım ve bacaklarımdan geçirmeye başladım. Onun üzerinde gri bir tişört, görebildiğim kadarıyla altında da siyah bir pantolon vardı. Güneş gözlükleri gözündeydi. Pantolonu düğmeleyip fermuarını çektikten sonra Duman'ın tişörtünü tek çırpıda vücudumdan çıkararak sutyenimle kaldım. Yutkundu ve derinden bir sesle mırıldandı.

"Araba sürerken kontrolümü kaybettirecek şeyler yapmamalısın."

Omuzlarımı dışarıya doğru atarak yavaşça bluzuma uzandım ve başımdan aşağıya geçirmeye başlarken, "Çok uykum var," diyerek sızlanmaya devam ettim. Bluzumu tamamen giyerek uçlarını aşağıya doğru çekiştirdim ve koltuğumda kayarak ön koltuğa yaklaştım. Kollarımı onun koltuğuna sararak başımı da koltuğuna yasladım. "Hadi, arabayı bir yere çek de biraz uyuyalım."

Bir eliyle direksiyon hâkimiyeti sağlarken, diğer eliyle gözlüğünü itti. Bu sabah gözlerini ilk kez dikiz aynasında görüyordum. İrislerinin kenarlarında hafif kan birikintisi vardı ama bunun dışında ayılmış görünüyordu. Güneşin doğru açıdan yüzüne inişi, onun kalbime inişiyle eş zamanlı olarak gerçekleşiyordu. Gözlüğü kaldıracakken uzanıp elinden aldım. "Babam arayıp duruyor, eve gitmiş, Ada'nın iyi olmadığını söylüyor. Bırak da kız kardeşimin yanına gideyim Mahşer."

Ona çaktırmadan yarım ağız sırıttım ve gözlüğü gözlerime taktım. "Bu gözlük bundan sonra benim."

Dikiz aynasından baktı ve gözlüğü yamuk yumuk taktığımı gördü. "Yalnız ben o gözlüğe iyi para verdim."

"Zaten o yüzden benim. Kaliteli olmasa ne diye alayım ki?"

"Bir de doğru takabilsen..."

Gözlüğü kaldırıp koltuğun boş kısmına bıraktım ve bir kez daha, "Uykum var," diyerek yanağımı yasladım. "Eve gider gitmez uyuyacağım."

"Benimle geliyorsun," dediğinde kaşlarımı çattım. "Ada'nın belki benimle konuşamadığı bir derdi vardır," diyerek açıkladı. "Kadınsal bir problemi falan... Çünkü babama bir şey anlatmamış, bana da anlatmazsa diye seni yanımda götürüyorum."

"Hımm," diye mırıldandıktan sonra elimi koltuğun üstünden omzuna, oradan da tişört açıklığından göğsüne indirdim. Parmaklarım köprücük kemiğinden aşağıya sürüklendi, kalbine yerleşti. "Uyuyalım ama sonra tamam mı..." uykunun tatlı rehavetine kapıldım. "... çünkü uykumu alamazsam huysuz biri olurum."

"Kalp atışımı duyabilmek için mi elini sürekli kalbime götürüyorsun?"

"Nereden anladın ki..."

Birkaç dakika sonra sızmıştım. Gözlerimi açtığımda kendimi, daha rahat bir yerde buldum: Yatakta. Yüzüstü yattığım için gördüğüm ilk şey Duman'ın yastığı olmuştu. Gözlerimi ovuştururken onun beni odasına çıkardığını anladım.

Doğrularak ayaklarımın üstüne bastım ve odanın düzen içinde olduğunu gördüm. Tek dağınıklık üzerinde yattığım yatağın çarşafıydı. Ayağa kalktım ve odasındaki boy aynasından kendime baktım. Oldukça paspal görünüyordum. Önce saçlarımı tepemde bağladım, bluzumun yakalarını düzelttim ve uçlarını pantolonumun içine soktum.

Odadan çıktığımda Ada'nın odasından yükselen sesleri duydum. Yönümü oraya çevirirken, Rose geniş bir tepsiyle mutfaktan dışarıya çıktı ve beni yapmacık gülümsemesiyle selamladı. Apaçık şekilde gözlerimi devirerek odaya yöneldim ve Ada'nın odasına kadar yürüdüğümde, kapının aralık olduğunu gördüm. Hafifçe ittirdiğimde, bakış açıma Duman'ın babası girdi. Adam kaşe kabanının içinde, ellerini beline yaslamış vaziyette Duman’la Ada'nın başında dikiliyordu. Ada yatağındaydı, Duman yatağın köşesine oturmuş kardeşine bir şeyler söylese de onu konuşturamadığı belliydi. Beni ilk gören babası oldu ve gözlerini gözlerime çevirdi. "Uyandınız mı hanımefendi?"

Bomboş gözlerle suratına bakmaya devam ettiğimde, Duman başını bana çevirerek oturduğu yerde dikleşti. Nedendir bilinmez oldukça gergin ve sabırsız görünüyordu. Beni bakışlarıyla içeriye davet ederken, "Biz çıkalım," dedi babasına dönerek. "Belki bize değil Mahşer'e anlatmak ister."

"Aptal," diye azarladı babası Duman'ı ve bu göğsümde güçlü bir öfkenin tırnaklarını çıkarmasına sebep oldu. Duman harcamayı, babası tarafından harcanarak öğrenmiş gibiydi. "Bir yabancı ne anlar kardeşinin derdinden? Biz babası ve abisi dururken bu sü..."

"Tamamlamayı istemezsin baba," dedi Duman ve yatağın ucundan kalkarak doğrulduğunda babasıyla yüz yüze geldi. "Çık, Mahşer konuşur."

Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturup adama ruhsuz bakışlar fırlattım ve o sinir içinde odadan dışarıya çıktığında, koluma çarpmış olmasını yok saydım. Ada'nın yatağına yaklaşarak köşesine oturdum ve gözlerimi ayaktaki Duman'a diktim. Sakallarını sıvazlayarak bana bakıyordu. Rose elindeki tepsiyle odadan içeriye girdiğinde, "Bana ver," dedim. "Sen çık."

Rose huzursuz olsa da tepsiyi uzattı, elinden alarak kucağıma koydum. Kalçalarını sallayarak odadan dışarıya çıktığında, "Ona iyi davran da işten ayrılmasın," diye homurdandı Duman. "Senin kıskançlığın yüzünden işi bırakacak."

"Kıskançlık değil," diyerek omzumu silktim. "Sadece gıcık oluyorum. Ayrıca ben gıcık olduğum herkese kötü davranırım."

"Kadına öldürmek ister gibi bakıyorsun."

"Herkese öyle bakarım."

Ada sırtını yatak başlığına yaslamış, bizden bağımsız şekilde yorgana bakıyor, oldukça kahrolmuş görünüyordu. Abisinin duymasını istediği bir şey olsaydı ona söylerdi, bu yüzden Duman'ın duymasını istemediği belliydi. Tepsiyi kucağımda dengelerken, Duman'a döndüm. "Biz beraber konuşalım. Belli ki sizden çekiniyor."

"Al işte." Duman keder dolu bir iç çekti. "Kesin âşık oldu!"

Bu sükûnet aşktan çok aşk acısına işaret ediyordu. Ada irkildiğine göre öyle de olmalıydı. Duman yanaklarını şişirerek sıkıntıyla odadan çıktığında kucağıma koyduğum tepsiye bakındım. Gözüme ilk çarpan bal olmuştu, onu bir dilim ekmeğe sürerken, "Hadi anlat," dedim, sesimi yumuşatmaya çalışıyordum.

"Ada, ben pek dert dinlemem, yeterince yumuşak olamazsam bana kızma. Sadece anlat, ben de seni anlamaya çalışayım."

Başını bana döndürdüğünde, gözlerinin kıpkırmızı olduğunu net şekilde gördüm. Uzun saatler boyunca ağlamış gibi görünüyordu. Burnunu nazikçe çekerek elindeki selpakla gözlerinde biriken yaşları sildi. "Senin yüzünden," dedi ansızın ve ben o an ne benim yüzümden değil ki, diye sormak istedim.

“Bana, yürüyemediğimi, engelli olduğumu ona söylemem gerektiğini söyledin ve ben de aptal gibi buna inanarak ona bunu söyledim. Ne oldu peki? Bana yazmayı kesti! Neden yazmaya devam etsin ki zaten değil mi? Benimle neden vakit kaybetsin ki!"

Tamam, bu olay incinmesi için oldukça makul bir sebepti. O herife güçlü bir kin duydum ve doğru kelimeleri seçmek için duraksadım. "Ona yürüyemediğini söylediğinde sana hiçbir şey yazmadı mı yani?" diye sorabildim, emin olmaya çalışarak. "Bir daha çevrimiçi olmadı mı?"

"Çevrimiçi oldu ama bana yazmadı," dedi ve ağlamamak için dudaklarını sertçe kemirdi.

"Yüz yüze görüşemediğiniz halde seninle konuşmayı sorun etmiyor da yürüyemediğini öğrenince bunu mu sorun ediyor?" Açıkçası bu bana garip gelmişti. Elimdeki ekmek dilimini yemesi için ona uzattım. "Garip değil mi sence de?"

"Bilmiyorum. Tek bildiğim bana yazmadığı. Oysa gün içinde defalarca yazardı bana."

Ekmek dilimini dudaklarına yaklaştırdığımda itiraz edecek oldu ama ne kadar kararlı olduğumu fark ettiğinde küçük bir iç çekişle ağzını araladı. Birkaç yudum da süt içtikten sonra bir peçeteye uzandı ve ağzının kenarını sildi.

"Yürüyemediğini er ya da geç öğrenecekti zaten," dedim, soğukkanlı davranışımın onu kırmamasını ümit ettim. "Yürüyemediğini öğrendiğinde seninle ilgili fikirleri değişiyorsa bu neden benim suçum oluyor ki? Ben sadece dürüst davranmanı önermiştim. Karaktersiz herifin tekiymiş, boş versene."

"Boş ver deyince boş verilmiyor ama Mahşer abla. Ben onunla konuşurken mutluydum, şimdi boşluk içindeyim..."

"Onunla konuşmaya alıştıysan onunla konuşmamaya da alışırsın," dedim tekdüze bir sesle. Uzanıp yanağına düşmüş saç telini aldım, kulağının arkasına koydum. "Ayrıca bundan abine de bahset, seni anlayacaktır."

"Ya tabii. Gitsin çocuğu bulsun, öldürsün diye mi?"

“Abartma.”

"Yine de sağ ol," dedi oldukça kısık bir sesle. Her ne kadar aramız iyi olmasa da artık kötü de değildi. O benim duygusuzluğuma katlanıyordu, ben de onun duygusallığına. "Konuşacak bir kız arkadaşım yok, bu yüzden seninle konuşmak bana iyi geldi."

"Arada sıkıldığında mesaj da atabilirsin… Ama çok atma."

"Tamam," dedi ve düşünceli bir şekilde bana baktı. "Abimin kalbini büyük kırmıştın, ona yeni bir kalp falan mı takviye ettin?"

"Yok. Öptüm."

"Nasıl?" Duraksadı ve iki elinin de işaretparmaklarını birbirine yaslayarak kıpırdattı. "Böyle mi? Dudaktan mı?"

Parmaklarıyla yaptığı öpücük hareketine sırıttım. "Evet, dudaktan."

Abisinin öpüştüğünü duymak onu utandırmış olmalıydı. Yaşı itibariyle duygu değişimlerine, utangaçlıklarına anlam verebiliyordum. Yemesi için ona birkaç dilim daha ekmek hazırladım ve sütünü içmesi için ısrar ettim. Birkaç dakika sonra da tepsiyi kucağına bırakarak odadan çıktım. Duman başını duvara yaslamış, hemen odanın karşısında duruyordu. Beni fark ettiğinde doğrularak ilerledi. Koridorun ortasında buluştuğumuzda, kalp ritmim birkaç tık yükseldi ve ateş, ellerimde icat edilmiş gibi yanmaya başladı parmaklarım. “Daha iyi," diyerek Ada'nın durumunu izah ettim. "Bence seninle paylaşacak ama zamana ihtiyacı var, onu sıkıştırma."

"Yok, yapmam öyle," derken gözüme biraz daha rahatlamış göründü. "Bak Mahşer, biri kırdıysa ve söylemiyorsan..."

"Salak mısın? Tabii ki biri onu kırdığı için bu halde."

Gözlerine öfke bulutları toplandı. "Bazen seni delicesine öpmekle tutup sarsmak arasında ikileme düşüyorum Mahşer."

Uzanıp yüzüne dokundum ama bu sadece bir dokunuş olmadı. Bu, bir kalbe iz düşürmek oldu. "Gevşe."

Elimi çekip attı.

Elim yanıma düşerken hissettiğim tuhaf duygunun yüzümden okunmaması için çabaladım ve o arkasını dönüp gidene kadar öylece kaldım. Ensesini ovalayarak odasına vardığında boğazımda küçücük olan yumru büyüdü, genişledi. Bir elimi yumruk yaparken, onu kırdığım çoğu zaman böyle mi hissediyordu, diye düşündüm. Gücendiğimi kendime bile itiraf etmeden omuzlarımı dikleştirdim ve sıkı sıkıya sarıldığım maskemle beraber koridorun sonuna yürüdüm. Buradaki işim bittiğine göre artık gidebilirdim. Ceketim portmantonun üzerindeydi, onu sırtıma geçirdim ve ayakkabılarımı da giydiğimde, "Aa," dedi Rose, bir vazoyla mutfaktan çıkarken. "Gidiyor musunuz?"

"Gözlerin mi kör? Ayakkabımı giydiğime göre gidiyorum."

Ayakkabımın her ikisini de giyerek doğrulduğumda Duman işitmiş olacak ki odasından bir hışımla çıktı ve koridorun ucundan bana baktı. "O ayakkabıları çıkar, gitmiyorsun."

Ceketimin fermuarına uzandım. "Daha ne diye kalacağım ki? Elimi yüzüne koyduğumda çekip at diye mi?"

Homurdanarak bakışlarımı çevirdim ve bunu Rose da buradayken açıkça söylediğim için kendime kızdım. Duman böyle bir cümleyi duymayı beklemediği için yüzündeki ifade sarsıldı. Kehribar gözlerinde bir uçurum genişliği oluşurken kendimi o uçuruma doğru sürükleniyormuş gibi hissettim. Aşılamaz gibi duran tüm mesafeleri aşarak yanıma geldi ve tam önümde durduğunda elime uzanarak parmaklarımı tuttu. Elimi yüzünün hizasına kaldırdı ve avuçiçimi yanağına yerleştirdi. "Güceneceğini bilemezdim."

Elim onun yerleştirdiği gibi çenesinde dururken, onun da elini karnımın kenarı boyunca sürükleyerek belime götürmesine tüm hücrelerimle tanık ettim. Avuçiçi bel boşluğuma yerleşti ve bedenimi kendisine yapıştırarak mesafemizi sıfırladı. Elim refleks halinde göğsüne yaslandığında, "Gücenmedim ki," diye uydurdum. "Sinirlendim, o yüzden dedim."

"Kendini biraz bana bıraksan," dedi ve ayaklarımı yerden keserek sırtımdaki eli sayesinde vücudumu yükseltti. Kısa bir çırpınış yaşasam da umursamadı ve iri yapılı kollarıyla beni kapıdan uzaklaştırdı. "Duygularından ne kadar kaçarsan, o kadar büyük hızda geri dönersin. Niye bu kadar kasıyorsun? Benim, Duman. Seninim. Bana istediğim gibi davranabilirsin. Gelip sarıl, çekip öp, tut ısır, ne bileyim gel yanıma yat... Sadece zehirli dilinden nefret etmemi sağlayacak şeyler söyleme, geriye kalan her şeyi yap."

"Yapamam," deyiverdim ama buna rağmen başımı az ilerimde duran göğsüne dayadım. "Seni o kadar içeriye alırsam, ya da ben o kadar içeriye girersem kendimi güvende hissetmem. Kendimi bir alana kıstırırsam tehlike kalmaz gibi hissediyorum."

"Öyle değil güzelim," dedi elini sırtıma daha çok bastırırken. Elinin olduğu yer kalbime denk geliyordu. Aslında bu kadarım, parçalara ayrılmış bir kalp ve onları birleştirmek isterken kesilip duran parmaklar... "Yavaş yavaş öğreneceksin güvenmeyi. Sadece kendini geriye çekme, alışmaya çalış. Sana zarar vermem, biliyorsun. Bu senin güvencen olsun. Sadece kendini akıntıya bırak, söz veriyorum boğulmayacaksın."

"Ya boğulursam?"

Başımın üstüne hafif hafif güldü. "Suni teneffüs yaparım."

Ses etmedim ve ondan uzaklaşarak aramıza belli bir mesafe koydum. Duman buna itiraz etmedi ama gitmeyeceğimi anladığında rahatladı. Bir adım kadar önüme geçerek mutfağın yolunu tuttuğunda peşine takıldım ve onunla mutfaktan içeriye girdiğimde, doğrudan tezgâha yaklaştı. Kendime oturmak için bir sandalye çekmek üzereyken, Duman'ın tezgâha varmadan duraksadığını gördüm. Kafasını eğdi, elini karnına yaslayıp bir küfür savurdu. "Hayır ya…”

"Sorun ne?"

Elini karnına bastırmaya devam ederken, omzunun üzerinden bana döndü ama vücudunun tamamıyla dönmediği için sorunun ne olduğunu anlamadım. "Bence gitsen iyi olur."

Bir anda şaşkına döndüğümü hissettim. Az önce beni kapıdan çevirmişken şimdi... Parmağımla karnını gösterdim. "O pansuman bezinin altında ne var?”

Bir küfür mırıldandı ama umursamadan mesafeyi kapatarak yanına yetiştim ve tişörtünün uçlarından tutarak yukarıya sıyırdım. Duman elinin içiyle alnına vurarak kafasını geriye atarken, tişörtünü bir elimle tuttum ve diğer elimle pansuman bezine dokundum. Evet, tahmin ettiğim gibi kanıyordu. Muayene olduğu zaman mı olmuştu? Kanın beze geçerek her an daha fazla yayılması karşısında ürperdim ve acımasın diye elimi hızla geriye çektim. "Duman..."

"Sadece dikiş patladı, kendim halledebilirim."

"Neden... Neden aldın ki beni kucağına?"

Vücudumun tümünü ona yüklemiş, muhakkak ki yanlış bir hareket yapmıştım ama nasıl olmuştu anlamamıştım. Bunu düşünememiştim bile. Duman sıcacık elleriyle buz kesen ellerimi tuttu ve birer öpücük kondurarak kendinden uzaklaştırdı. Elim iki yanıma düştüğünde, şaşkın olmamdan faydalandı ve elini karnına bastırarak yanımdan geçti. Odasına doğru giderken bir hayalet gibi peşinden sürüklendim ve o odasından içeriye girdiğinde, kapının ağzında ona bakakaldım. Dolabına yürüdü, içerisini hızlı hızlı karıştırıp bir sargı beziyle muayene bandı çıkardı. Ağır aksak adımlarla yatağına doğru yürürken, arkamda birinin varlığını hissettim ve dönüp baktığımda Rose'un meraklı yüzünü gördüm. Vücudumdan güçlü bir öfke akışı geçti ve ona doğru patladım.

"Defol git ayağımın altından! Kafamı çevirdiğim her yerde seni görmekten bıktım!" Odaya girip kapıyı onun yüzüne örttüm.

Sinirle yüzümdeki birkaç saç tutamını geriye doğru ittim ve bedenimin tümüyle Duman'a döndüm. Yatağın ucunda, kaşlarını çatmış ve anlamsız bakışlarıyla beni izliyordu. Bu ani çıkışıma hazırlıksız yakalandı. "Bırak şimdi onu da gel pansumanımı yap."

Geniş yatağa tırmanarak dizlerimin üzerinde ona yürüdüğümde, Duman tişörtünü tamamen sıyırarak çıplak kaldı. Pansuman bezini ve bandını yatağın üzerine bırakmıştı. Yüzümü sertçe ovaladım ve sakinliğimi koruyarak pansuman bezine uzandım. Göz göze gelmeye cesaret edebildiğimizde, kalp atışlarım normalin üzerindeydi. "Bir kere daha başıma geldi. Nasıl halledebileceğimi biliyorum. Sen sadece kanı durdurup yeni bir bez sar."

Kafamı salladıktan sonra pamuklu bezi bantlarından sökerek kaldırdım ve geniş bir alana yayılan dikişleri gördüm. Bu dikişler küçük bir kesiği kapatmak için değil, derinliği belirsiz bir yarayı kapatmak içindi sanki. "Bu dikişler..."

"Elini hızlı tut."

Bazen Duman kalbinden veya ruhundan dolayı acı çektiğinde garip bir duygu durumunun içine çekiliyor, ne yapacağımı bilmiyordum. Atılan dikişten sızan kana önce pamukla tampon yapmaya çalıştım. Bu sırada Duman'ın elini başıma yasladığını hissettim. Buna izin verdim. Parmaklarının saçlarımda gezinmesi ikimizi de rahatlatıyordu. Kan azalarak durduğunda mikrop kapmasından endişe ettim ama Duman bunun hakkında konuşmadan sadece yarayı kapatmamı istedi. Beyaz muayene bandından birkaç küçük parça kopararak pansuman bezini yapıştırmak için kullandım. Ellerimdeki kanı temiz sargı bezine bulaştırmamak için yarasından uzaklaştırırken, Duman'ın soluklarının ağırlaştığını hissettim. Kanlı bezi ve pamukları komodine koydum ve ellerimi üzerimdeki tişörte sildim. Kalkıp yıkasam belki daha iyi olacaktı ama fark ettiğim bir gerçek kıpırdamama izin vermiyordu.

Duman buydu.

Bu... Yara, kan, ağrı, acı... Tüm bunlardan fazlası ama asla eksiği değil. Hep zamanla yarışacak ama zamanı hiç geçemeyecek. Duman iyi olamayacak ve her iyi olmasını istediğimde daha kötüye gidecek. Bir kan kalıntısı olan parmaklarıma, bir de onun yüzüne baktım. Başını yastığa bırakmış, gözlerini yummuş ve kolunu terli alnına yaslamıştı. Birkaç dakikalık savaşı bile onu bu kadar terletiyorsa geceler boyunca mücadele ettiği kalp ağrısıyla ne yapıyordu? Belki çok azımız kalp ağrısı çekmiştik ama yaramız neredeyse canımızın da orada olduğunu biliriz. Çektiğim ağrıları düşündüğümde onun bu halini daha iyi anlıyordum.

Onu sükûnetiyle baş başa bırakarak ellerimi yıkamak için kalktım. Koridora çıktığımda babasını giderken gördüm. Kapının ağzındaydı ama sanırım tüm bu olanlar sırasında salonda oturmuştu. Paltosunu alıp sırtına attığında gölgemi fark ederek bana doğru döndü. Küstah bakışlarını üzerime doğru fırlatarak "Duman'a senin yüzünden bir şey olursa ölümlerden ölüm beğen," dedi.

Ona boş bakışlarla baktım. Duman ölürse... Sanırım çektirdiklerimin tüm intikamını böyle alabilirdi. Ölerek. "Çok klişe ve doğru orantıda sıkıcısınız."

Kızarıp bozardı. "Senin bu cesaretin saflığından geliyor olmalı."

"Hayır, korkusuzluğumdan," dedim ve ona ruhsuz bakışlar fırlatmayı sürdürdüm. "Gelip şimdi o buruşuk ellerinizi boğazıma da dolasanız bunu umursamam. Bu yüzden beni tehdit etmekten vazgeçin."

"Sersem." Dudaklarında alaycı, aşağılayıcı ve bir gülümseme büyüdü. "Bazen bu yaşınızın heyecanından detayları kaçırıyorsunuz. Sana zarar vermeyi isteyen zararı doğrudan sana vermez, sevdiğin birine verir. Annenin boğazına da sarılsam aynı şeyi söyleyebilir misin?"

"Seni öldürürüm!" diye tısladım bir an bile tereddüt etmeden.

Ciddiyetim onu irkiltse de bunu ustalıkla perdeleyerek, "Sen yine de bu dediklerime kulak ver," dedi.

Kapıyı çarpıp çıktığında sıkkın bir nefes verdim. Şerefsizin tekiydi. Beni annemle tehdit etmişti ve bunu diyen birisi babama da bunu yapmış olabilirdi. Eğer babamla karısını o gece bu herif öldürmüşse bundan hiç şüphe duymazdım. Ciğerimde bir ateş parladı ve yangını kalbime dek sıçradı. Gece karanlığındaydım, öğlenin on ikisinde bile.

Banyoya geçip elimi yüzümü yıkadım ve kendime çekidüzen verdikten sonra Duman'ın odasına geri döndüm. Ne giderken ne de geldiğimde gözlerini açıp bana bakmıştı. Yatağa çıktım ve yanına kadar geldiğimde yüzünün bir kısmını yastıkla kapattığını gördüm. Uzanıp nemlenen saçlarını alnından geriye ittim. Açıkta kalan alnına bir öpücük bırakırken "Mahşer," diye inlediğini duydum. Ben kesik damarlarla yaşamayı öğrenmiştim ama kesik olsa da kalbime hep ihtiyacı olan kanı götürmüştüm. Şimdi kan bile gitmiyordu sanki. "Çok mu zavallıyım?"

Yumruğumu avucumun içinde daha fazla sıkarken, dudaklarım o tatlı hissin içinde kayboldu ve rehavetle alnında asılı kaldı. Kalbin, içine beni aldığında mı paramparça? Hissediyordum, üstüne yatamadığı o kesikler, ona her yaslandığımda bana batıyordu sanki. "Değilsin," dedim hissettiğim gibi. "Zavallı birisi varsa o da benim."

"Hayır," diye inkâr etti. Elim adeta yüzünde eriyip onunla bütünleştiğinde inkârına devam etti. "Zavallı değilsin, güzelsin."

"Zehirim ben. Elim, dilim... Bendeki güzelliği aramak samanlıkta iğne aramak gibi."

"Sendeki güzelliği aramam... Sana her bakışımda zaten görüyorum."

Karanlığa zincirlerinden tutsak edilmiş bir kadını, elinden tutup gün ışığına çıkarmaya çalışıyordu. Uzun süre karanlıkta kalmış biri, aydınlığa çıktığında gözlerini yumardı. Henüz bilmiyordu. Aydınlığa çıksam bile onu göremem, çünkü gözlerimi henüz açamadım. "Deniz güzel diye kendini avutmaya son ver Duman, boğulacaksın."

"Bilirsin, bazı denizlerde boğulmak lütuftur."

Gözlerimi kapattım. Vücutlarımız birbirine yaslandığında, yaralarımız sivri yanlarından birbirimize battı. Seni parçalarına ayıran şeye muhtaçsın. Tıpkı kalbin gibi. "Beni törpüle o zaman," dedim ve ekledim. "Seni daha az kırmam için beni törpüle."

"Öğreneceksin," dedi azalarak kayıplara karışan sesiyle. "Öğreneceksin Gül Dikenim."

"Öğret," dedim ve alevleri göremesem de ateşe yürüdüğüme emin oldum. "Öğret ki yanında kalayım."

"Öğreniyorsun," dedi ve dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme gelip geçti.

Bana daha sıkı sarıldı.

Ay çıkana kadar onun yanında kaldım. O uyudu ama ben ayık kalmayı başardım. Bazen düşüncelerin derinliğine doğru açıldığımızda, kafamızı bir suyun altına sokmuş gibi hissediyorduk. Öyle bir şey oldu işte. Saçlarını okşadım ve uyumasına yardımcı olurken sadece düşündüm. Onu incitmemeyi, zarar vermemeyi, sakin kalabilmeyi istiyorum. Herhangi birine karşı değil, sadece ona karşı. Dünyanın geriye kalanı umurumda değildi zaten. Duman'dan ona hak ettiği gibi davranmayı öğretmesini istemiştim. Öğreniyorsun, demişti.

Öğreniyor muydum?

O deliksiz bir uykunun içine çekilip karanlıkla kaldığında, sıkı kollarının arasından zorlukla da olsa kalktım ve ilk olarak üstüne ince çarşafı çektim. Eve gitmeliydim, sonra yine Duman’la iletişime geçecektim. Ada'nın odasına uğradım ve onun bilgisayarından bir animasyon izlediğini çıkan seslerden anladım. Kapısını çalmadan açtığım için irkildi. "Abim bile odama kapıyı çalarak giriyor Mahşer abla."

"O tabii ki çalarak girer, çünkü müsait olup olmadığını bilemez." Çok da umursamayarak gözlerimi devirdim. "Ben bunu pek tınlamam."

Yanaklarını şişirdiğinde gözüme bir an tatlı geldi ama hemen sonra geçti. "Her neyse, ne vardı?"

"Ben eve gideceğim," dedim ve bakışlarımı ellerime diktim. "Abin uyuduğu için haber veremedim. Uyandığında ona kaçar gibi gitmediğimi, annemi görmek için gittiğimi söyle olur mu? Yani huysuzluğumdan gitmiyorum, sadece annemi görmem gerekiyor."

Bariz bir hayretle yüzümü süzdü. "Abimi mi umursuyorsun?"

"Animasyon izlemeye devam et, velet."

Kapısını çarpıp çıktığımda arkamdan kıkırdadığını duyarak daha çok sinirlendim ve kapıya öfkeli bakışlar fırlattım. Şükür ki Rose'u görüp daha da sinirlenmeden evden çıktım ve dairenin kapısını kapatırken, çok uzun saatlerdir sadece Duman'ın yanında yattığımı fark ettim. Zaman nasıl da geçiyordu onunlayken… Geçmesi için hiçbir şey yapmaya gerek kalmadan…

Yakınlardaki metro durağına yürürken ellerimi kollarıma sıkıca sarmış, başımı öne eğmiştim. Durağa vardığımda kalabalığın arasına karıştım. Tren perona geldiğinde içeri girdim. Kapıya yaslandım.

İnip mahalleye doğru yürüdüm. Ayışığının gölgesi altında evimin yolunu buldum. Arkamdan fısıldaşmalarını duydum, bunu hep yaparlardı. Bahçenin ahşap kapısını açıp bahçe boyu yürüdüm ve müstakil evimizden dışarıya çıkan kahkahaları duydum. Bunlar Öğünç ve Çisem'in sesleriydi. Yine annemin yanındaydılar. Ne zaman ilgilenmelerini istesem bahane üretmeden gelip anneme bakıyorlardı. Fedakâr dostlardı.

Sokak kapısını çaldım. Bir dakika kadar sonra Çisem kapıyı açarak beni abartılı bir şekilde karşıladı. "Aman aman çıkabildiniz mi eski âşığınızın koynundan..."

"Aman ne komik."

İçeriye geçip ayakkabılarımı ve ceketimi çıkarıp portmantoya bıraktım. Çisem uzaklaşmış, kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Dikkatimi, rengini değiştirdiği saçları çekti. "Bu sefer de mor mu?" diye sordum doğrulurken.

"Maviden en kolay geçiş mora yapılıyordu."

"Anlamam bu boya işlerinden ama... Fena olmamış."

"Teşekkür ederim Mahşer, daha güzelleri senin olsun."

Yanından geçtiğimde peşime takıldı ve kolunu omzuma attığında gözlerimi devirmekten başka türlüsünü yapmadım. Tamam, zaten birkaç gündür her şeye müsamaha gösteriyordum. Koltuğa doğru geçerken, Öğünç'ün bir dondurma yiyerek bana baktığını gördüm. Çisem bir anlık dalgınlığımdan yararlandı ve hiç hoşlanmadığım şekilde beni yanağımdan sulu sulu öpüp Öğünç'ün yanına kaçtı. Elimi yanağıma götürüp öpücüğün izini sertçe sildim. "Salyalarını akıttın resmen."

Pis pis güldü. "İstersen öpüşebiliriz de hayatım."

Gözlerimi devirdim. "Cinsel yönelimini değiştirdiysen seni birkaç kişiyle tanıştırabilirim."

Gülmeye devam etti. Bazen bayılıyordu böyle sulu laflara. Bugün keyfi de yerinde görünüyordu. Öğünç bu muhabbetimize sırıttı ve az önceki yüz ifadesi yumuşamış oldu. Ağzından çıkardığı dondurmayı Çisem'e uzattı. "Al."

Çisem dondurmayı aldı. Tiksinti duymadan yemeye başladığında, "Pissiniz," dedim yüzümü buruşturarak. "Aynı dondurmayı mı yiyorsunuz?"

"Başka yoktu, benim de canım çekince paylaşmaya başladık." Öğünç bu masum açıklamayı yaptığında kafamı iki yana sallayarak ağzımın içinde cıkladım. "Senin canın başka bir şey çekmiş gibi."

Bana gözlerini devirdiğinde onu kaale almadan annemin odasının kapısına göz attım. "Annem..."

"Çok iyi," dedi Çisem hemen. "Az önce yemeğini yedi, üstüne ilaçlarını alıp uyudu. Kapı gıcırtısına bile uyanır şimdi, girme odaya."

Onu görmeyi istiyordum. Çünkü... Özlemiştim. Dilimin ucunu ısırdım ve iç çekerek en yakınımda bulunan yeşil kanepeye oturdum. Ev bıraktığım gibiydi, sadece orta sehpada çok fazla ambalaj vardı. Abur cubur yemiş olmalılardı, çünkü laptopta bir film de açıktı. O ikisi filme daldığında ellerimi kucağıma koyarak onları izledim. Yan yana, yakın mesafede oturuyor ve dondurmayı paylaşmaya devam ediyorlardı. Öğünç'ün üzerinde boğazlı kazağı, altında kumaş pantolonu vardı. Çisem'se kemerli bir pantolonla, kol detayları olan bluzunu giymişti. Yüzünde hiç makyaj yoktu ve her ne kadar o abartılı makyajları da sevse onu böyle daha güzel buluyordum. Film esnasında bir şey oldu ve ikisi de kıkırtılarla güldü.

Bir süre sonra Öğünç bana dönerek, "N'aber bebeğim," dedi ve bir kalbi kırarak her şeyi mahvetti. Ben daha ona karşılık vermeden Çisem dondurmayı onun eline tutuşturdu ve kanepeden kalktı. Yüzünü saçlarıyla saklayarak diğer kanepeye geçti ve orta sehpada bulunan bilgisayarı kucağına alarak onu bakış açısından çıkardı. Öğünç ciddileşerek ona baktı. "İzliyorduk, neden kucağına aldın şimdi?”

Çisem kollarını tavırlı şekilde göğsünde bağlayarak dalgın gözlerle ekrana bakarken, Öğünç dondurmayı orta sehpada bulunan ambalaj paketlerinden birinin üzerine koydu. Kalkıp Çisem'in yanına yürüdü ve koltuğuna eğilerek saçlarıyla oynamaya başladı. "Çisem, neden olmazı oldurmaya çalışıyorsun? Olmaz işte, zorlayıp üzmesene kendini."

Hepimiz ne olduğunun apaçık bir şekilde farkındaydık. Çisem Öğünç'e kapılmıştı ve inkâr etse de Öğünç'ün de ona kapıldığını, bunu durdurmak için kendini bana âşık olduğunu inandırmaya çalıştığını anlayabiliyordum. Tüm bunların aralarındaki çekime mâni olamadığı barizdi. Çisem'in çenesi yüzünün altında hafif hafif titredi. "Olsa ama keşke..."

"İzin vermezler," dedi Öğünç ve onun başını yavaşça çekip göğsüne doğru dayadı. Çisem bu yakınlığı kabul etti ama fazlasını yapıp ona sarılmadı. Öğünç onun saçlarını öptüğünde, zaman geriye sardı ve acı dolu ifadeleri eriyip yerini masumiyete bıraktı. "İzin vermezler Çisem. Babam, annen..."

Göğsüme bir yumruk yemiş gibi hissettim ve gözlerini gördüğümde Çisem'in de böyle hissettiğinden zerre şüphe duymadım. "Onlardan önce biz vardık Öğünç, bunu biliyorsun."

Öğünç iç çekti. "Çisem, bunu anlatamayız. Babam için bunun düşüncesi bile imkânsız, onun için bu çok yanlış..."

Çisem gözlerini bilgisayar ekranından çekerek Öğünç'e çevirdi. "Sırf işleri kötüye gider, adı magazin sayfalarında yanlış başlıklarla atılır diye mi?"

"Babam için soyadının ve kariyerinin büyük bir önemi var." Öğünç Çisem'in seyrek saç tutamlarını kulaklarının ardına doğru iterek yüzünü biraz daha açtı. "Bizi öldürür de buna yine de müsaade etmez."

Kaşlarım çatıldı. Evet, Öğünç'ün babası bahsettiği gibi biriydi, ayrıca despot herifin tekiydi ama bu kadar ileriye gitmezdi. Gider miydi? Yok canım. Çisem de benimle aynı şeyi düşünüyor olmalı ki güldü. "Abartıyorsun Öğünç."

"Babam bunu asla makul karşılamaz." Öğünç Çisem'in yüzünü nazikçe kavradı ve başparmağıyla elmacıkkemiklerinin üzerine hafif dokunuşlar bıraktı. Biraz gülümsüyordu ama içinden gelerek yapmadığı çok belliydi. "Zorlama Çisem. Sana defalarca dedim. Bizi, ait olmamızı istedikleri yere koydular ve biz orada duruyoruz. Onlar için üvey abi kardeşten fazla bir şey olmamız imkânsız. Reddederler bizi."

Çisem gözlerini kırpıştırdı. "Sorun değil, zaten annemle hiçbir zaman anlaşamadım."

"Hayır hayır." Öğünç onun bu gözü karalığından korkmuş gibi aniden doğruldu ve böylelikle yakınlıkları son bulmuş oldu. "Saçmalıyorsun Çisem. O senin annen, bir heves uğru..."

"Heves değil ki," dedi Çisem, şaşkın olsa da kararlı görünüyordu.

Araya girmekle girmemek arasında kaldım. Ne diyebilirdim ki? Bunu kendi aralarında halletmeleri gerekiyordu. Öğünç kafasını çevirip bana baktı. "Ne diyor, duyuyor musun Mahşer?"

"Duyuyorum."

"Çisem, sen iyice kendini kaptırdın." Öğünç'ün yüz hatları yeniden, geri döndürülemez şekilde sertleşti. Elinin tersiyle alnına sertçe vurdu ve ardından ona dik dik bakarak devam etti. "Kızım, ben kimim ki benim için anneni hayatından çıkarmayı göze alacaksın? Şerefsizin tekiyim, kendimi biliyorum yani. Babam bana sırt çevirse beş kuruşsuz kalırım, sonra ne bok yiyeceğiz? Oluru yok bu işin. Hem ben... Seni o türlü istememeye alıştırdım kendimi..."

"Parayla benim aramda seçim mi yapamıyorsun?" dedi Çisem. "Paran olmayınca ölmüyorsun merak etme."

"Sana, ömrümün sonuna dek bağlı kalacak kadar şey hissedip hissetmediğimi bilmiyorum!" Öğünç kükredi. "Tüm mesele bu!"

Çok uzun bir sessizlik gediği açıldı. Gedik açıldı ve biz önünde duramadık. Çisem gözlerini birkaç kez kırpıştırdı, anlamaya çalıştı ve anladığında kafasını salladı. Öğünç neyi ne kadar hissettiğinden emin değildi ve bu onu kararsızlığa sürüklüyordu. İhtiyacı olan tek şey emin olmaktı. Öğünç kendini kalktığı koltuğa bıraktı. Açılan gediği bozan ilk ben oldum. Öğünç'e dönüp rahatça konuştum. "Senden olmaz zaten, ben Çisem'e yeni bir sevgili bulayım."

Bana iki elinin de ortaparmaklarıyla karşılık verdi.

Ona dik dik baktım. Sinirlendiğinde gerçekten gözü döndüğü için bu bakışlarımdan bu sefer korkmadı ve gergin yüz haliyle Çisem'e döndü. Çisem bizi duymamış gibi, dalgın dalgın halıya bakıyordu. "Sakın o işlere kalkışma Çisem," dedi Öğünç, gerginlikten sesi çatlamış ve boğazı şişmişti. "Seni gören her on heriften onu elini eteğinin altına sokmak için fırsat kolluyor."

“Sus artık!”

Öğünç kafasını kanepenin ardına vurdu.

Üçümüz de bir süre hiç konuşmadan koltuklarımızda oturduk ve muhtemelen farklı şeyler düşündük. Canım sıkkındı, çünkü hâlâ halledemediğimiz şeyler vardı. Melih Han, Yusuf konusunda gram ileriye gidememiştik. Babam annemi Duman'ın annesiyle aldatmıştı ve hâlâ bu gerçekle yüzleşmeye cesaret edemiyordum. Hepsi sanki bir yığın demirdi ve kafamın içinde biriktikçe başımı ağrıtıyordu.

Çisem ve Öğünç arkadaşları çağırdığında evden ayrıldılar ama ayrılmadan önce benim de gelmemi istediler. Gitmedim. Annemle kalmalıydım. Onlar gittikten sonra bir süre daha orada oturdum. Kalktığımda başım döndü. Evin içerisi kapkaranlıktı. Orta sehpada bulunan pizza dilimlerini gördüm, yere oturarak yemeye başladım. Biraz bayatlamışlardı ama fena değildi. Onları yedim ve asidi kaçmış koladan biraz içip karnımı bir nebze olsun doyurdum.

Yatağıma gitmek için kalktığımda, gözüm annemin odasının kapısına çarptı ve oraya ilerlemeden edemedim. Kapıyı, gıcırtı yapmamaya dikkat ederek açtım. İçeri girdiğimde, annemin büzülmüş pozisyonda yatağında kıvrıldığını gördüm. Perdeler kapalıydı ama karanlıkta kalmamak için abajuru yakmıştı. O ve odası en son gördüğüm gibiydi. İlaçların yan etkisiyle uyuduğunu biliyordum. Dudaklarım seğirdi ve babamın ihanetinin bir parçası olan fotoğraf gözlerimin önünde belirdi. Eğer gerçekse ve annem ihanet yüzünden bu haldeyse... Yumruk halindeki elimi güçlükle açarak ona uzattım ve kısacık, sarı saçlarını terli yüzünden çektim. "Korkuyorum anne. Bu sefer gerçekten, doğrunun ne olduğunu görmekten korkuyorum. O fotoğraftaki adam benim bildiğim adam değil. Yalan hangisi?”

Elimi çektiğimde annemin kıpırdandığını gördüm. Elini karnına götürmüştü. İç çekerek üstündeki pikeyi biraz kaldırdım ve elinin tam da dikişlerine denk geldiğini gördüm. Acımış olabilir miydi? Yüzünde acının emaresini aradım ama rastlayamadım. Mırıldandı ve deliksiz uykusuna devam etti. Eli karnının civarında, ciğerinin yakınındaydı. Dikişleri…

Elimi annemin üzerinden çekerken parmaklarım titredi. O dikiş yeri, o dikiş tarzı, pansumanı, bantları... Elimi ağzıma götürdüm ve düşüncelerimin önünü kesmek adına kafamı iki yana salladım. Yok canım, olacak iş değildi. Duman'ın dikişleri de tam o noktadaydı ama...

Aniden yerimden fırladım ve soluğu pencerenin önünde aldığımda, camı ardına kadar açıp ciğerime keskin soluklar çektim. Hayır, olacak iş değildi ama içime bir şüphe tohumu serpilmişti ve tahminlerim bu tohumu bereketlendiriyordu. Annemin ameliyat zamanı Duman ortadan kaybolmuştu, birkaç gün, üstelik geri döndüğünde karnında bir pansuman bezi vardı. Doktor abimin iliği uyduğundan, ciğeri ondan alacağını söylemişti ama abimin yüzünü dahi görememiştim. Arkadaşım bana abimin yurtiçine girişi olmadığını söylemişti. Tamam, belki yurtdışında olmayabilirdi ama... Kahretsin! Bu kadar tesadüf fazlaydı ve ben tesadüflere inanmazdım.

Aptal!

Ne yaptın sen?

Bacaklarım vücudumu salladı ve boğazımın gerisinden, acı içinde inleme döküldü. Ciğerini anneme mi vermişti? Zaten yarımdı, kendini biraz daha mı bölmüştü? Boğazıma kadar şaşkınlığa, dehşete, mahcubiyete battım. Hayır, buna nasıl cesaret etmişti? İliği nasıl uymuştu? Hadi uydu, o nasıl bunu göze almıştı? Zaten öleceğim, diyerek mi yapmıştı? Kalbi hastaydı, hangi doktor bu aptallığa izin vermişti? Ben ona bağırmış, küfretmiştim. Onu kırmış, incitmiştim. Yok saymış, umursamamıştım. Neden ağzını açıp bir şey dememişti? İncitmeme her defasına izin vermişti de neden ağzını açıp anneni ben kurtardım diye bağırmamıştı suratıma? Anneni ben kurtardım, seni aptal!

Vicdanım neredeydi, onu nerede bulup da o gür kahkahasını susturabilirdim? Kendimi dünyanın en aşağılık insanı gibi hissediyordum. O annemi kurtarmıştı ve ben onun zaten kırık olan kalbini daha fazla parçaya bölmekten başka bir şey yapmamıştım. Ağzını açıp yapma dememişti, her şeyi kabul etmişti.

Bir anda odadan dışarıya, sonra üzerime hiçbir şey almadan evden dışarıya fırladım. Gecenin bir yarısı olmasını umursamadan koşmaya başladım. Mahalleden çıktım, caddeye vardım, deli gibi etrafımda dönerek taksi aradım ama her yer ölesiye ıssız ve boştu. Yağmur yağmaya başladı ve ben bir yerin altına girip fırtınadan kaçmadım. Yağmurun altında koştum ve dakikalar boyunca taksi aradım. Taksiyi bulduğumda sırılsıklam olmuştum ve titriyordum. Taksiciye ne dedim, adamın yüzüne baktım mı hiç hatırlamıyordum. Kafamın içinde yalnızca bir düşünce vardı ve ben ona odaklanmıştım.

Duman annemi kurtardı.

Taksi, Duman'ın apartmanının önünde durduğunda yanımdaki paranın yetmediğini fark ettim ve adama ücretini birkaç dakika içinde getireceğimi söyleyerek taksiden indim. Arkamdan bir şeyler dedi ama aldırmadım. Apartmanın kapısından girdiğim gibi ıslak bir şekilde katları tırmanmaya başladım. Öksürerek atmak istediğim bir dert boğazıma yerleşmişti ve ben boğulurcasına öksürmek istiyordum.

Soluk soluğa dairenin önünde durduğumda yüzümdeki yaşı kolumla sildim ama üstümdeki bluz da ıslak olduğu için pek faydası olmadı. Elimi kaldırıp kapıya birkaç kere sertçe vurdum ve açılmasını beklerken, düşmemek için bir elimi duvara dayadım. Kendimi pervasız hissediyordum. Son bir saat içinde dağılmış, toparlanmaya fırsat kalmadan kendimi burada bulmuştum. Ben buraya sanki evimden değil, o lise sırasından kalkıp gelmiştim. Sanki yirmi üç değil de on altı yaşındaydım. Dudaklarım büyük oranda titredi. Ayağımın altındaki yer sarsılırken, kapının diğer tarafından tok adım seslerini duydum. Kapı gıcırdayarak aralandı.

Duman'dı.

Apartmanın soluk renkli ışığı altında birbirimize baktık ve o beni görmeye hazırlıksız yakalandığında, ben onun yüzünü izledim. Uykudan uyanmıştı, bir eliyle gözünü ovalıyordu ve dudakları adeta küçük bir o harfi oluşturmuştu.

"Mahşer, ne oldu sana böyle? Biri bir şey..."

Ayaklarımı ona doğru sürüdüm ve yüzümü yüzünün çapı içine aldım. Işık söndü, ardından yandı. Duman'ın dehşeti devam ederken, gözlerim gözlerine sürüklendi ve felaket bulutları onun gözlerini kaplamışken, şimşekler benim gözlerimde çaktı. Vücuduna kaçamayacağı kadar yaklaştım. "Bir daha ne zaman öpüşeceğimizi sormuştun değil mi?"

Her şey ağır çekimdeymişçesine hareket ediyordu. "Evet ama..."

"Cevap veriyorum; şimdi." Cevabımı verdim ve sonra hiçbir tereddüte düşmeden parmaklarımın ucunda, ona yetişmek için yükseldim. Ellerimi aynı anda, sanki benden binlerce ışık yılı kadar uzaktaymış gibi hissettiren yüzünü iki yandan kavradı. Onun boyuna yetiştiğimde, kafasını kendime doğru çekerek dudaklarımı sertçe dudaklarına bastırdım. Dudaklarımızın arasından bir zaman tüneli açıldı ve biz buradan geçmişe doğru, lise sırasına sürüklendik. Onu o gün öptüğüm gibi, aceleci bir tutkuyla ama tecrübesizce öptüm ve Duman'ın bana geri dönüş yapması birkaç saniye bile sürmedi. Boğazından yükselen iniltiyle beraber ellerini ıslak saçlarımın arasına karıştırdı ve beni benzersiz bir arzuyla tüketmeye başladı. Ona bir daha batmaması için dikenlerimi çıplak elleriyle sökmesine izin verdim ve onu öpen bu dudaklarım, derinliği ölçülemez bir ateşin içinde erirken sadece kaderime boyun eğdim.

BÖLÜM SONU.